9 Aralık 2009 Çarşamba

ADAM GİBİ

Ben seni hiç sevmedim ki

Durgun akşamlarda söylediğimiz şarkıları sevdim

Bir çiçeğe gülmeni, bir güle benzemeni sevdim

Birde yıldızları sevdim

Eylül akşamlarında gelip,

Gözlerinde tutulan.

Ben seni hiç sevmedim ki

Beni yola koyduğunda ayrılmayı sevdim

Kurşunları sevdim beni vurduğunda

Ağlamayı sevdim unuttuğunda

Yalnız olduğumu anladığımda

Ayakta kalmamı sevdim

Yıkılmamı sevdim seni hatırladığımda

Ekmeği sever gibi sevdim sensizliği

Su gibi özledim Temmuz güneşinde sesini

İkindide yağmur gibi

Geceleyin yağan yağmur gibi sevdim seni sevdiğimi

Ben seni hiç sevmedim ki

Kuşlara şarkılar öğretmeni sevdim

Menekşeyle konuşmanı

Nisan'a hatırlatmanı

Baharın bir adının da yalnızlık olmadığını

Düştüğün zaman kanayan yaralarını

Ve tuhaflığını üşüdüğün zaman

Sakız satan çocukları

Yeni çıkan şarkıları

Her kaybettiğinde kazanan yanlarını sevdim

Denize düşmüş gül gibi düştüm ateşe

Ben yangını sevdim yandığım zaman böyle işte

Ben seni hiç sevmedim ki

Bir gece bir ceylan indi dağdan kalbine

Bir gece bir şiir gibi kibrit alevinde

Alemin ortasında, kimsesizliğin sesinde

Buğusunda sabahın, acımasızlığında ahın

Ağlayan yüzünde İsa'nın

Ferahlatan gücüyle duanın

Korkutan yanıyla nar'ın

İncenin, zeytinin ve kalbin üstüne

Gülün üstüne

Tutunduğum umudun üstüne

Korkunun üstüne

Hep senin üstüne, hep senin üstüne

Ben seni hiç sevmedim ki

Gittiğin zaman gitmeni sevdim

Evreni sevdim geldiğin zaman

Kalmanı sevdim

Korkuyordum sana alışmaktan

Yine de sevdim gülümsemeyi

Mendilimi sallarken, seni götüren trenin arkasından

Kırlara ilk kar düştüğü zaman

Ölümünün ne güzel olduğunu sevdim

Seni içimde öldürdüğüm zaman

Ben seni hiç sevmedim ki

Durgun akşamlarda söylenen şarkı neyse

Bir çiçeğe gülmeni, bir güle benzemeni sevdim

Birde yıldızları sevdim

Eylül akşamlarında gelip,

Gözlerinde tutulan.

Düştüğün zaman kanayan yaralarını

Ve tuhaflığını üşüdüğün zaman

Sakız satan çocukları

Yeni çıkan şarkıları

Her kaybettiğinde kazanan yanlarını sevdim

Denize düşmüş gül gibi düştüm ateşe

Ben yangını sevdim yandığım zaman böyle işte

Ben sevdim mi adam gibi severim


İBRAHİM SADRİ

17 Ekim 2009 Cumartesi

ALLAH İÇİN VERMEK


Peygamberimizin amcası Hz. Abbas (ra) cömartliği ile meşurdu. Bir gün kendisine sordular: Cömertlikte seni geçen kimse oldu mu ? Hz. Abbas (ra) " Evet, dedi. Bir köle beni geçti."

Orada bulunanlar hep bir ağızdan hayretle sordular: " Bir köle nasıl senden daha cömert olabilir ki?" O da tebessüm ederek anlatmaya başladı: "Bir gün Medine'de hurma bahçeleri içinde dolaşıyordum. Yol kenarındaki bir hurma bahçesinde bir köle çalışıyordu. Bir süre onu izledim. Öğle vakti gelince çalışmasını bırakıp bir şeyler yemek için bohçasını açtı. Azığı da sadece bir ekmekten ibaretti. Tam ekmeği ağzına götürmüşken açlıktan perişan hale gelmiş bir köpek belirdi. Çaresiz bir şekilde kölenin elinedeki ekmeğe bakıp kuyruk sallıyor ve inliyordu. Belli ki çok açtı. Köle bir ekmeğe baktı, bir köpeğe ve tuttu ekmeğin yarısını köpeğe attı. Köpek havada kaptığı ekmeği adeta çiğnemeden yuttu ve dikildi kölenin karşısına. Köle bu sefer hiç tereddüt etmeden kalan ekmeği de köpeğe verdi. yaptığı iyiliğin verdiği haz yüzüne tebessüm şeklinde yansımış ve mutluluğu simasına aksetmişti.

Kölenin bu davranışı bana çok tesir etti. Kölenin yanına gittim ve selam verdim. Selamımı aldı mütebessim şekilde oturmam için bana yer gösterdi. Sonrada kendisinden bir şey isteyip istemediğimi sordu. Biraz evvel gördüklerimi aktardım kendisine. Biraz mahçup biraz mağrur bir şekilde, acıkmış bir hayvan karşısında afiyetle azığını yiyemeyeceğini söyledi.

Ona "Senin yiyecek başka bir şeyin var mı?" diye sordum.

Hayır, dedi.

Bunun üzerine çalışmış olduğu bu hurma bahçesinin sahibinin kim olduğunu sordum kendisine. Bahçe sahibinin ismini söyleyince tanıdık bir kimse çıktı. Gittim o zatı buldum. Selam verip yanına oturdum. Hoşbeşten sonra konuyu sadede getirdim ve "Bahçeyi bana satar mısın?" dedim. O da "Satarım" dedi.

Ben, köleyi de isterim dedim; ona da peki dedi.

Neticede anlaştık. Ben hemen bahçenin yolunu tuttum. Kölenin yanına gittim. Durumu kendisine aktardım ve seni azad ediyorum ve bu bahçeyide sana hediye ediyorum dedim. Köle öylesine sevindi ve bana hayır dualar etti ki çok hoşuma gitti. Benim çok cömert bir kimse olduğumu söyleyince ona hayır dedim, sendaha cömertsin çünkü ben sana malımın cüzi bir kısmını verdim ama sen sana ait olan malın hepsini yani azığını o köpeğe verdin. Bundan dolayı sen benden daha cömertsin ve Allah sana bu cömertliğine mükafat olarak hem hürriyetini hem bu bahçeyi verdi beni de vesile olarak gönderdi, dedim.

Arka kapaktan yansıyanlar

Dinimiz, her çeşidiyle infak ve tasadduka vurgu yaparak müminleri ona teşvik etmiştir. Yarım hurma olsa dahi sadaka vermek gerektiğini, sadakanın rızkı çoğaltıp ömrü ve malı artıracağını Rabbin gazabını dindireceğini, zafer ve bereket getireceğini bildirmiş, sadakanın (bir paratoner gibi) bela ve musubetleri önlediğini haber vermiştir.

14 Eylül 2009 Pazartesi

EY ACI !

Bir sonbahar akşamında yere düşen güz yaprakları kadar hüzünlü ve bir okadar yalnızım. Açsam yüreğimi anlatabilir miyim? Yoksa konuşur gibi yapıp susarmıyım. Yüreğim yangın yeri söndürebilmek ne mümkün! Ateşe su mu atmak gerek yoksa bir parça kor mu basmak? Hangisi söndürür bu yangını?
Açsam kalbimi koysam ortaya görebilir misiniz acısını, duyabilir misinsiniz feryadını. Yoksa bağırsam mı ey insanlar neredesiniz yardım edin diye. Duyar mısınız sesimi cevap verir misiniz burdayız diye. Elimden tutar mısınız haydi desem, zamanıdır yürümenin. Koşalım mı artık yorulana kadar?
Haydi! Haydi! Haydi!

DOLUNAY YILMAZ



13 Haziran 2009 Cumartesi

SEBEB-İ VARLIĞIM EFENDİME 2

geceden sağdığım hüznü karsaydım yoğurduğum aşkın hamuruna her tadan teneşir hazırlardı kendine. işte aşk öyle ağırdı zihinden bedene!..

sezam, canım efendim;

payesiz gece bekçiliğine soyunan şu bohem gönlüm siz âşinasını, yıldızlara adres gösterip nur saçmayı zatınızdan öğrenmelerini salık verirdi de parıltınızdan cezbeye tutulup boşluğa kayıverirlerdi efendim. ay şaşkınlıktan tutulup ışığını sizden mi yoksa şems'den mi alacağını bilemeden kararıp kalırdı şavkırken ziyanızın haşmetinden. bendeniz hâlenizin simden mürekkebinde aşk rahlemin müdavimi divitimle rindane, yekavaz gazeller yazardım şanınıza yakışır denli lirik, eğer izniniz olup aşka kapı aralasaydınız efendim.

sertacım efendim;

ağaran şafakların geçici güneşi ışığından utanıp karanlıklarda boğardı kendisini. şimdi rengini gökkubbeye asmış her alâim-i sema prizmanızdan sağılıp kuşattı evreni. aşka boyadı âdemi, çiçeği, böceği. varlığınızın sebebi üzre hazırladı aşk kendisini ve niceleri ismâilî kurbanlar verdi yek nefeste. eprimiş ruhların lâhutî terennümleri eşliğinde muhayyel ülkemde seraser şehrâyinler fâş etti sancıyı. revnaklı piyalelerden hayal âlemimize subesu şarabî gül şerbetleri aktı. gülle buluşmasında gönüllerin mest-ü hayran bir seyeran görülmeye değer mükellef bir ziyafetti gözlerimize ve esrik zihnimize.

rûnümam efendim;
gidişiniz karanlıklara sunmaktır kendimizi ve yine bilirim ki ziyaret ettiğiniz gönül kâşanemizde gereği gibi mihmandarlık yapamadık zat-ı âlînize. her zulmü boğan nur olduğu gibi her nuru içinde ilelebet barındırmayı beceremeyen binasip, acziyeti kendinden menkul derbeder ruhlar vardır. imdi elbet yaşanmış bu serencamda serkeş ve sermest ruhun serriştesi elinizde, bedeniyle mübtelâsı olduğu aşka külliyen bende.

dilküşam efendim;

musaleyin kaç deniz yarardım menzilinizde, mecranıza akıp gelebilmek için. isaleyin nefesime nefes eklerdim sevdanıza ulaşmak için. kâh süleyman gibi yüzüğümün kaşındaki tılsımla kavuşmak emeliyle hükmedebilseydim kuşların kanatlarına, kâh belkıs olup billur saraylarınızda melikeniz diye dolaşabilseydim yalınayak. hadi lütfedip siz seçin, ya yusuf'a yar olamamış züleyha'nın sadaka olan tebessümünde giz olayım ya da meryem'in aklığında bir buhurumeryem kokusuyla dolayım ellerinize.

ey gönlümün biriciği, efendim;

sevdanızdan medet uman, fâş edilmiş sırrın alevinde yanan yüreği sözünüzle dilşad ediniz artık. ya 'yeri yok bu aşkın' deyip tek celsede kırınız kalemimi ya da sunun alevleri içmiş bileklerime, her zerreme inşirah verecek yücelten sevginizi; yoksa isyan edeceğim!..

Neşe Yeşilova

31 Mayıs 2009 Pazar

SEBEB-İ VARLIĞIM EFENDİME 1

sevdası herşeyden azîz olan efendim; gönül bahçemde açan, ıtırları esrikleştiren çiçekler sereyim selâmımdan evvel ayak bastığınız ve basmanızla şâd olup yeşeren, renklenen çöllerimin kumul kıvrımlarına. zarf albenili olsa da bahane, aslolan mazruftur bilirsiniz. çünkü yangınımın ateşinden yanık ucu, ıtriyatın tüm çekiciliğinde kaynayan ve yanan yüreğin kıvılcımlarını ve güllerin rayihasına sinmiş kül kokusunu sanırım duyuyorsunuzdur. neler söylemez ki o titreşimler çırpındıkça göğüs kafesimizin içinde mahpus, küskün serçemiz. ipek ellerinizin zarif tutuşlarında sızlanması diner belki ümidi rafa kaldırmış yüreğin. bilesiniz bu kâğıt parçasına gizlenmiştir söyleyemediklerim. sebeb-i varlığım efendim; edebinden lâl kesilmiş dilin anlatmayı beceremediği özlemleri çok görmeyiniz. acaba diyorum gözlerinize -her ne kadar bakmayı ar etmiş olsam da orda ki ışıltıyı fark etmediğimi düşünmeyesiniz ve merakım şudur - bir kez daha tüm cesaretimi toplayıp da bakarsam yine o ışıltıyı hükmünü sürüyor görebilir miyim bilemiyorum. o bakışta hayat ve aşk vardı ve o bana yön vermiş aşkta yön bulmuş akışta düğümledim ömrümü. sonra çözülmeyi unuttum efendim. elleriniz alışkındı gemici düğümlerine ya aşkın düğümlerini nereden öğrendi de bende misali bağladım bahtımı rüzigârınıza. nereye estirirseniz oraya yön bulurum; kızgın sahranızda yanar, kutuplarınızın buzulunda donar, ilk baharınızda açar, sonbaharınızda solar oldum. kastınız ömrüme bilir ve sererim önünüze!.. külliyen adandığım efendim; hasretin kıskacında eğer ki bu akıllara ziyan zihni kurtarabilirsem yanmaktan, çiğ kalmaktan korkarım. ama yanmasına yön verip körüklersem közlerimi divane bir meczuptan öte gitmez hâllerim. o zaman sevgili sadece âşıklık derecem yükselecek ama şuursuz hallerin araftaki tek temsilcisi olacağım. daha kalbin arka bahçelerinin ahvalini soracak olursanız bendenizden rüzgârlardan, yağmurlardan beslenip fırtınanın gözünden uzak kalmaya çalışıyor ki yeşerme ümidi olan dalları kırılmasın. kimbilir gün gelir vuslat hükmünü sürer de abad olur gülistan. tahtıma sultan efendim; bilirsiniz ki her başlangıcın sonu, her hayatın ölümü vardır. benim de mevsimimden göç yolunu tuttu kırlangıçlarım, ağaçlarımdan yemişlerim, dallarımdan çiçeklerim. artık hazan demindeyiz ve kelimelere isyan kisvesi giydirmeden mazrufumuzu büyük bir zarafetle zarflayıp ardından allayıp pullayıp uçuralım güvercin sessizliğinde. içine tekrar selâm ve muhabbetlerimizi yükleyerek emin, sadık ve eşsiz yüreğin sahibi efendimize!..

NEŞE YEŞİLOVA

24 Mayıs 2009 Pazar

MONA ROZA

MONA ROZA

Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller

Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar

Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...

Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları

Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten

Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller

SEZAİ KARAKOÇ...

23 Mayıs 2009 Cumartesi

“Yusuf Kıssası”nın finalisti olamamak…

Güzeller güzeli Yusuf Kıssası’nın akışı içinde sessiz ve sözsüz dersler vardır. Kıssada sözle hiç vurgulanmaz ama Yusuf[as], onca kötülük gördüğü halde, kimsenin gıybetini yapmaz. Kimsenin gıyabında yapılmış bir konuşması aktarılmaz Yusuf’un[as]. Sözlerinin hepsi de kişilerin yüzüne karşı söylenmiştir. Kimseyi ardından yaptıkları nahoş işlerle anmaz. Ne kardeşlerini, ne kendini ucuza satan kervanı, ne saldırısına ve iftirasına maruz kaldığı “Zeliha”yı, ne de haklı olduğunu bildiği halde zindana atılmasına göz yuman “aziz”i…

Yusuf[as], en başta, kardeşlerinin gıybetini yapmadı. Oysa haklıydı. Kime anlatsa başına gelenleri, ona hak verecekti. Üstelik söyleyecekleri doğru olacaktı. Kendisine haset etmişlerdi. Önce öldürmeye kalkmışlar, sonra da ıssız bir kuyuya atmışlardı. Üstelik gömleğini de üzerinden sıyırıp almışlar, çıplak bırakmışlardı.

Eğer Yusuf[as] kardeşlerinin gıyabında, onları yaptıkları nahoş şeylerle ansaydı, sonunda, kendilerini Yusuf’un[as] karşısında bulup pişmanlıklarını ifade ettiklerinde sevinebilecek miydi? Kendisini bulan kervancılara anlatabilirdi doğruları… Kendisini satın alan “aziz”e gammazlayabilirdi kardeşlerini.

Güzelliği karşısında ellerini kesen kadınlara geçebilirdi nasıl da kuyulara itildiğini… Çile çektiği zindanda uzun dedikodulara konu edebilirdi kardeşlerini... Peki ya o gün geldiğinde.. Kıssanın finali gelip çattığında, kötülük ettikleri Yusuf’u[as] kendilerine iyilik eder halde bulan kardeşleri mahcup olduğunda… “Sen gerçekten Yusuf’sun, öyle mi?” [Yusuf, 90] şaşkınlığının eşiğinde itirafa durduklarında, gıybet etmiş bir Yusuf’un[as] hali nasıl olacaktı? Yusuf[as] da gıybetlerini ederek kardeşlerine kötülük yapmış biri olacağı için, kardeşlerinin “Allah seni bize üstün kıldı ve biz de gerçekten hataya düşenlerden olduk” [Yusuf, 91] sözünü vicdan azabı olmaksızın dinleyebilecek miydi? “Ah, ah, kardeşlerim, ben sizi nicelerine kötüledim, bundan böyle size yeni bir sayfa açma hakkım kalmadı” demek zorunda kalmaz mıydı? O sahici mahcubiyetin önünde sahici bir haklılıkla durabilecek miydi? Bu sahici pişmanlığın oluşmasına katkıda bulunmuş sayabilecek miydi kendini? “Bundan böyle ben sizi bağışlamış olsam da, gıybetinizi dinlettiklerim sizi hep kötü bilecek, sizi hiç bağışlamayacak. İyiliğine şimdi inandığım kardeşlerimi bir ömür kötülükle etiketleyen ben özür dilenmeyi hak etmedim ki...” diye yanıp yakılmaz mıydı?

Anlaşılan o ki, gıybet ettiğimizde, gıybeti ettiğimiz kişiyle yüzleşmeyi ömür boyu iptal ediyoruz. Gıybeti itiraf etsek bir dert, etmesek ayrı bir dert… İtirafta da itirafsızlıkta da çıkış yok. İtiraf etsek, kardeşimizi utandırmaktan korkarız, kendimiz zaten utanırız, üstelik onu, hakkındaki nahoş gerçekle utandırdığımıza da utanırız. Gıybette konuştuğumuz şey “gerçek-dışı” olsaydı, bari sadece biz utanmakla kalırdık, o da zaten kendisinde olmayan bir sıfatla anıldığı için her görüşmemizde utanmak zorunda kalmazdı. Gıybet değil de iftira etseydik ona, hakkındaki nahoşluk yalan olsaydı, onu utandırmaktan korkmazdık, onu utandırdığımız için de utanmak zorunda kalmazdık. Kendi utancımız tek taraflı bir perde olarak kalırdı arada. Ama o “nahoş gerçek” ortaya döküldüğünde, her iki tarafı birden utandırır. Utananlar çoğalır. Hakkında konuştuğumuz nahoş gerçeği açık ettiğimiz birinin yüzüne bakmaya utanırız. Onu da yüzümüze bakmaya utandırırız. İki taraflı bir perde örülür aramızda.

Öyleyse itiraf etmeyelim mi gıybeti? Bu da çözüm değil.. İtiraf etmezsek, kendisinden sürekli sakladığımız bir sır olduğu için kardeşimizle ilişkimiz asla “açık” olamaz. Her iltifatımızda, utandığımız için ilişkimiz o farkında olmadığı halde bir türlü “içten”lik kazanamaz. Ondan sürekli saklanır gibi oluruz. Ona onun haberi olmaksızın, kendi suçumuz yüzünden kötülük yaparız. Kendi kötülüğümüz yüzünden onu mağdur ederiz. Ne yazık ki bunu ona haber veremeyiz. Aramızdaki o soğukluk hep kalır, giderek buzlanır.
Gıybet ettiysek, Yusuf’un[as] pişman olan kardeşlerine söylediği şu final sözünü söyleme hakkını ebediyen kaybederiz: “Bugün size kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O, merhametlilerin merhametlisidir.” [Yusuf, 92] Gıyabında defalarca kınadığımız kardeşlerimize “Bugün size kınama yoktur” dersek, nasıl da bir anda ikiyüzlü oluveririz! Dün niye kınama vardı peki? Bugün kınamamaya karar verdiğimiz kardeşimiz, dünkü kınamalarımızı dinleyenlerin hatıralarında, bakışlarında bugün de, yarın da kınanmaya devam edecek… “Bugün size kınama yok!” deme ikiyüzlülüğünü göze alsak bile, fiziksel olarak bugün kınamaları durduramayız.. Kardeşimiz, hakkında bildiklerinden habersiz olduğu için kendisini asla savunamayacağı kişilerin gözünde sürekli kınanmaya devam edecek. “Bugün size kınama yok!” deme hakkını elde edebilmemiz için dünlerin hiçbirinde, kardeşlerimizi kınamış olmamız gerek.

Bize kötülük yapmış da olsa kardeşlerimiz karşısında bir “Yusuf[as] sözlü” olma fırsatını dilimizle itiyoruz. Güzeller güzeli Yusuf Kıssası’nın güzel sözlü finalisti olamıyoruz…


SENAİ DEMİRCİ...

10 Mayıs 2009 Pazar

SONSUZ NUR

İNSANLIĞIN İFTİHAR TABLOSU
Işığa hamile kapkaranlık bir dünya.. ve Nebinin zuhuruna az bir zaman kala müjde ve muştu dolu akisler var ufukta.. vicdanlarda tesiri o kadar fazla ki birçok Mekkeli gelecek son Nebiyi anlatmakta.. Zuhur eder-etmez hemen koşun O'na! ve bütünleşin O'nun ruhuyla.!

O, yetim olarak büyüdü. İleride yükleneceği çok ağır bir yük bir vazife vardı. Ve ona şimdiden hazırlanması gerekiyordu. Tevekkülün zirvesinde, bütün güçlüklere göğüs gerebilecek bir yapıda yetişmeliydi. Zenginliğin şımarttığı veya sefaletin, yoksulluğun tamamen pısırıklaştırıldığı bir insan olmaktan Allah (cc) O'nu korudu. Ve hayatının her safhasında i'tidal ve istikameti muhafaza, ifrat ve tefritten uzak bir insan olarak yetişmesini temin etti. (s:33)

Ve, sonra ellerini açıp Rabb'ine niyazda bulundu:
" Allahım, güçsüzlüğümü, za'fımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikayet ediyorum. Ya Erhamerrahimin! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benimde Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza, daha geniştir. İlahi, gazabına giriftar yahud hoşnutsuzluğuna düçar olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medar-ı salahı Nur-u Vechine sığınırım. İlahi, Sen razı olasıya kadar Senin affını muntazırım! İlahi, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir." ( s: 71)


arka kapaktan yansıyanlar

Yıllardan beri binlerce defa yer değiştirenler, yer değiştirip kendilerine tutunacak bir dal arayanlar, o sistemden bu sisteme, o ekolden öbür ekole koşuşupduranlar, bütün bu çırpınıp durmaların fiyasko ile neticelendiğini görüyor ve şimdiye kadar hiç fiyasko görmemiş Hz. Muhammed (s.a.s) mektebine koşuyorlar.
İnsanların gönüllerini coşturacak kadar o gönüllere fer veren Efendiler Efendisi'ni acaba kendi kıymeti ölçüsünde anlatabildik mi?..
Hayır! Eğer beşeriyet O'nu tanısaydı, O'nun için mecnun olur, yollara düşerdi; ruhları O'nun yad-ı cemili sarınca burnun direği sızlar ve gözleri yaşlarla dolardı, dolardı da, O'nun pak semtine, peygamberlik dünyasına, tertemiz iklimine girebilmek için ürperir, O'nun aşkının ateşiyle yanan kalbinin küllerine hayat gelsin diye rüzgarın önüne katılır hep oraya doğru sürüklenirdi...
Akıl ve havsalamız alsa da almasa da, sineler O Şem'aya, O Güneş'e pervanedir.. çok yakın bir gelecekte, şimdiye kadar bir türlü O'na koşamayıp da kış sinekleri gibi takılıp yolda kalan derbeder ve perişen akıllar, yolda kalışlarına pişman olacak ve ellerini dizlerine vurarak: " Biz niye pervane olup O'na koşmadık! diyeceklerdir. O zaman belki de birçoğu için herşey bitmiş olacak...


( Nil yayınları: M. FETHULLAH GÜLEN)

8 Mayıs 2009 Cuma

EY SEVGİLİ

Senin kalbinde sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim

Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli


Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü


Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü

Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Hep Kanlıca'da Emirgan'da
Kandilli'nin kurşuni şafaklarında
Seninle söyleyip durdum bir ömrün baharında yazında
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Dalgaların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar mademki yar vardır
Yoktanda vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili


SEZAİ KARAKOÇ

25 Nisan 2009 Cumartesi

DOĞRU YOLA DOĞRU YOLCULUK


Dünyaya geldik ve gidiyoruz. Bu öyle bir gidişki süratine yetişemiyoruz. Daha dün annemizin kucağında iken şimdi bizim kucağımızda çocuklar. Dün annemiz bize ne verdi ne öğretti ise bugün biz çocuklarımıza öğretiyoruz. Bu öğreti ne kadar hak ne kadar doğru. Biraz dikkat etmek gerekmez mi artık? Geldik yolcuyuz, yolculuk doğru rotasında giderken biz ne kadar rotamızı doğru götürebiliyoruz. İnsanlığın özünü anlayabildik mi? Mutluluğun gerçek manasını bulabildik mi? Bu kadar soruyu sorabiliyorsak kendimize, ilk adımı atmışız demektir.Evet ilk adım, küçük küçük büyüyecek büyütecek adım... Ömrün hayrını açacak adım. Sonra bir bebek edası ile atılan her adımda mutluluk. Adımlar büyüdükçe mutlulukda da büyüklük. Öyle değil mi? Bir çocuk koşarken artık ne kadar özgür ne kadar mutlu. İşte o özgürlüğü yakalayabilmek ve mutlu olmak bu yoldan geçiyor. Okumak, dinlemek, anlamak, istemek, sevmek ve aşık olmak. Okuduklarınızı anlamanız, dinlediklerinize uymanız, anladıklarınızla yaşamanız, yaşamınızı sevmeniz ve asıl Aşıka aşık olmanız duası ile.....
DOLUNAY YILMAZ

22 Nisan 2009 Çarşamba

GÖZLERİN İSTANBUL OLUYOR BİRDEN



Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden senden uzağım
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, Birdenbire çıkıp gelmesen.
Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
Bir elim seni çizecek bütün pencerelere
Bir elim seni silecek.
Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere
Senin için yeni baştan can kesilecek.
Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde
Sonra seni kaybetmek hemen her yerde
Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak
Yapayalnız kalmak iskelelerde.
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden..

YAVUZ BÜLENT BAKİLER

11 Nisan 2009 Cumartesi

HZ. FATIMA CAN PARÇASI



Efendimiz (s.a.v) hayattayken ''benden bir parçadır'' buyurduğu kızı Fatıma, can parçası... Bu veda anında, hüzünlerle paramparça oluyor. Can parçası, cam parçasıdır artık... Kırılıp yerlere saçılırken her bir kenarından akan ıstırabla okuyordu bu beyitleri:

'' Ey Rabbinin davetine icebet eden babam!

Ey, makamı Firdevs cennet'lerinde olan babam!

Ey Cebrail'e ölüm haberini verdiğimiz babam!''

Ey, benim aziz babam! Sana Rabbinin daveti!

Ey, benim aziz babam! Yerin Firdevs Cenneti!

Ey, benim aziz babam! Derdimizi ancak Cebrail'e yanacağız!'' (s:14)

Babası tarafından çok sevildi, babası tarafından hor görülmek şöyle dursun, iltifat ve iltimasla karşılandı hep... Dünyasını değiştirinceye kadar hep aynı şey oldu: Hz Peygamber (s.a.v) , uzun seferlerden sonra evine girmeden önce, ilkin ona uğradı, onu ziyaret etti, pek sık kucakladı kızını, pek sık yüzünü öptü evladının ve kızı her odaya girişte, sanki onu ilk kez görüyormuşcasına sevinerek ayağa kalktı o Baba (s.a.v)... Kızı da onu her gördüğünde vakar ve hürmetle ayağa kalkıp, koştu sarıldı babasına...Kainatın Efendisi, soranlara gülümseyerek; ''ben kızlar babasıyım'' dedi her daim... (s:81)

''Ey Allahın Resulü, ey canı babam, nerelerdesin,hasretinden eridim bittim'' demişti... Efendimiz (s.a.v) de, bazı haberler vermişti bu rüyada: '' Ey Fatıma, sana müjdeler vermeye geldim. Ki bu hayatla olan iğreti bağın, kader makasıyla kesilip ahirete ayak basma demine gelmiş bulunuyorsun kızım! Ey Fatıma, yarın gece benim misafirim olmaya ne dersin?'' (s:275)

'' Ey Allah'ın Elçisinin göz bebeği!''

Ses gelmez...

'' Ey cennet kadınlarının efendisi!''

Ses gelmez...

'' Ey Resulullhın can parçası!''

Ses kesilmiş cevap yok...

''İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun''... (s: 278)

Arka kapaktan yansıyanlar

Fatıma'ya kaçtım; çünkü onda, Tevhid'i ve Allah'a rızayı bulduğum için...

Fatıma'ya kaçtım; çünkü onda aşk bilincini seyrettiğim için...

Fatıma'ya kaçtım; çünkü o, karşılık beklemeden sevdi, cesurdu...

Fatıma'ya kaçtım; çünkü o, çöle hayat veren bir nehirdi...

Hayırlı bir evlat, sabırlı bir yol arkadaşı, sadık bir sevgili, merhametli bir anne olmanın yanısıra, ahdinden vazgeçmeyen, cihadından usanmayan, aşkından pes etmeyenve çölünden dönmeyerek Firdevs'ine ulaşan kamil bir insan olarak, her birimize örnek bir deneyim, tecrübeler anıtıdır Hz. Fatıma...

Fatıma yolculuk bilincidir.

Rahmet Peygamberi'nin yirmisekiz yıllık en yakın ve kesintisiz tanığı olarak '' Benden bir parçadır...'' dediği Fatıma'sını, uzun suskunluklarından sonra, yeniden okumak...

Seyyide'tun Nisa: Kadınların Efendisi...

Binti Resulullah: Resulullah'ın Kızı...

Binti Ebiha: Babasının Kızı...

Ümmü Ebiha: Babasının Annesi...

'' Can Parçası'' : Hz. Fatıma!

( Elest yayınları; SİBEL ERASLAN )

29 Mart 2009 Pazar

KALEM KOKUSU


İnsan bugün var yarın yok, öyle değil mi ? Yaşamımız o kadar kısa ki bunun farkında bile değiliz. Bu kısa hayatı öyle ise uzatmanın yollarını aramak gerek. Bu herkesin anladığı şekilde olmamalı elbette. Necip Fazıl üstadın dediği gibi surda bir gedik açmalıyız ki rüzgar nereden eserse essin etkisi aynı olmalı. İşte böyle bir gayretle başladık yazdıklarımızı ve okuduklarımızı paylaşmaya.
Yazmak, özgürlüğün simgesi, ebediliğin kapısı, hatırlanmanın yolu... Kalem kokusunda bir söyleşi sevilenlerle... Bazen gözyaşı satırlarda bazen en büyük mutluluk sayfalarda... Bazen en kuytu köşelerden çıkan bir hatıra, bazen ulu orta dökülmüş sevda... İnsanlık adına gölgelere notlar düşmek bazen. Bazense susmak, sukut etmek ikrarla...
Yazmak... Yazmak...
Şimdi susmak gerek...
DOLUNAY YILMAZ

25 Mart 2009 Çarşamba

YAĞMUR


Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir yağmur
Kutlu bir zaferdir ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kainat

Yıllardır boz bulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taşta ben olaydım

Hasretin alev alev içime bir an düştü
Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğime
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü

İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla
Evlerin anasına dikilir yeşil bayrak
Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak


Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
Heyula, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım

Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü
Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfada talihsiz binlerce kurban düştü

Bir güzide mektuptur, çağların ötesinden
Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin
Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım

Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış mazide
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden

Sensiz kaldırımlara nice güzel can düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bican düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avcumuzdan inci ve mercan düştü

Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hıra'dan
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
Paramparça, ateşler şahının hayalleri

Keşke bir gölge kadar yakında dursaydım
O mücella çehreni izleseydim ebedi
Sana sırılsıklam bir bakışta ben olsaydım

Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü
Katil sinekler deldi hicabın perdesini
İstiklal boşluğuna arılar nadan düştü

Dolaşan ben olsaydım save'nin damarında
Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin
Ebedi aşka giden esrarlı yollarında
Senden bir kıvılcım, süreyya bir şulenin
Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü
On asırlık ocağın savurdum külünü

Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım

Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara
Bir bela tunelinde ağır imtihan düştü

Badiye yaylasında koklasaydım izini
Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihar
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya

Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım

Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü
Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi
Hakların temeline sanki bir volkan düştü

Firakınla kavrulur çölde kum taneleri
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir
Erdemin, bereketin doldurur haneleri
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir
Şemsiyesi altında yürüsün bulutların
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların

Devlerin esrarını aynalara sorsaydım
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım

Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü
Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer
Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü

Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gölgesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından

Madeni arzuların ardında seyre dalarım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım

Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü
Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali

Hazindir ki, dertleri aşmaya umman düştü
Ayrılığın bağrımda büyüyen bir yaradır
Seni hissetmeyen kalp, kapısız zindan olur
Sensiz doğrulur eğri, beyaz bile karadır
Sesini duymayanlar girdabında boğulur
Ana rahminde ölür sensizlikten bir cenin
Şaşkınlığa açılır gözleri, görmeyenin

Saatlerin ardında hep kendimi aradım
Bir melal zincirine takıldı parmaklarım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım

Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü
Sensiz, kıtalar boyu uzayan vatan düştü
Bir kölelik ruhuna mahkum olunca gönül
Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü

Ay gibisin; güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyra 'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin
Mekanın fırçasında solmayan resim senin

Yağmur, bir gün elimi ellerinde bulsaydım
Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
Senin visaline bir gülmüş de ben olsaydım

Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikden bozulan dengeye ziyan düştü

Islaklığı sanadır ahımın, efganımın
İçimde hicranlı tutuşuyor nağmeler
Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın
Nazarın ok misali karanlıkları deler
Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin

Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
Kapanıyor yüzüme aralan kapılar
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım

Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün
Bit dönüm noktasında aklıma Rahman düştü

Nefesinle yeniden çizilecek desenler
Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek
Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler
Anneler çocuklara hep seni içirecek
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin

Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım

Kardeşler arasına heyhat, su-i zan düştü
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü
Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü

Yağmur, seni bekleyen bir taşda ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir direm gümüş de ben olsaydım

NURULLAH GENÇ

23 Mart 2009 Pazartesi

2008 UMRE RESİMLERİ

İkindi namazı öncesi kabe...

Bir cuma sabahı kabe...


Mescidi nebevi' de akşam namazı sonrası...


Okçular tepesi...



Uhud dağı...



Nur dağı , Hira mağarası ...




Minada çadırlar...



Sevr dağı...




Merve tepesinden Sefa tepesine say...




Efendimizin evi ( yerine yapılan kütüphane )...



Hz hatice ve evlatlarının kabirleri , yeşil kapı arkası...




Cennetü mualla ....



Kabeden bir gece görüntüsü ...

22 Mart 2009 Pazar

GELDE ÇIK İŞİN İÇİNDEN


Odada bir müddet sessizlik oldu. Herkes edeble Efendi'nin söze başlamasını bekliyordu. O ise sanki benim bu ortama ısınmamı bekliyor gibiydi. Boynunu biraz sağ yanına ve önüne bükmüş murakabeye dalmış gibiydi.Bu minval üzere sessiz birkaç dakika geçti. Hazret yavaş yavaş başını kaldırarak mütebessim bir eda ile nafiz nazarlarını gözlerime dikti; "Mürşid-i kamiller Cenab-ı Peygamber'in ilminin ve ahlakının varisleri olurlar. Bu, idraki her an zinde tutulması gereken ağır ve mes'uliyetli bir yüktür. Onlara sığınan kimseler eğer onlardan Cenab-ı peygamber'in kokusunu alamazlarsa münkesir olurlar. Fakir,doğrusu Efendimiz'in Sünnet'ine uymaya çok gayret ederim. Mübareğin misafiri ayakta karşılaması ve kapıya kadar istikbal etmesi de O'nun Cenab-ı Hakk tarafından Ve inneke leala hulikin azim ( Andolsun ki Sen en yüce ahlak üzeresin ) diye övülmüş olan müstesna ahlakının bir tezahürüdür" dedi. (s:62-63)



arka kapaktan yansıyanlar

"Monsenyör tam kendisine takdim edilen yeni bir pembe şarabı tadıyordu ki ben bir cesaretle, ve damdan düşercesine, kendisine: "Monsenyör! Muhammed, sizce, kendisine Allah tarafından vahyolunan bir peygamber miydi, değil miydi ? diye sordum... Masadakilerde belirgin bir kıpırdama oldu... Monsenyör mütebessim, gözlerimin içine bakarak: "Il l'etait bien sur.Dieu Merci qu'll l'etait." yani "Tabii ki öyleydi. Allah'a hamd olsun ki öyleydi" dedi. Sonra iki eliyle Arşövek elbisesinin göğsünden tutup , bu resmi elbisenin kendisine nasıl bir hapishane olduğunu telmih edercesine, elbisesini salladı: "Mais que puis-je faire moi ? yani "Ama ben ne yapabilirim ki ?" diye ilave etti. O anda Monsenyörün vechinin aslında pek nurani olduğunu teşhis ve tesbit ettim. Kalktım; Kelime-i Şehadet'i bir başka türlü ama şek ve şüpheye mahal bırakmadan beyan ve ifade etmiş olan bu müslüman kardeşime bir " müslüman şevkati"yle sarıldım."

( Kubbealtı ; Ahmet Yüksel Özemre )



19 Mart 2009 Perşembe

YENİDEN DOĞUŞ

Gecenin koyu karanlık sessiz zamanlarından kalma bir gençlik tutkusuydu yazmak. Nevar ki uzun yıllar sünger çekti bu sevdanın üstüne. Neydi? Beni bu kadar yalnız ve kalemsiz bırakan. Doğrusu kalabalık demek gerek. Neden mi? Her döndüğün köşe başında, seni karşılayan kalabalıklar yalnız bırakmaz ki yazasın. Yalnız kaldığında da artık geç, yorgunsundur. Yastığın yumuşaklığına gömülmek istersin.
Artık uyanmak ve kalemi almak gerek. Geçmişi bırakıp geleceğe bakmak gerek. Kalemin mürekkebini bitirip yenineden doldurmak gerek. Ve en güzeli uzun zamanların birikimiyle bulut olup yeniden yağmak gerek........

DOLUNAY YILMAZ

13 Mart 2009 Cuma

KIL BENİ EY NAMAZ




Sahte kurtuluşlarla kandırılıp ucuza yağmalanmaktan korudu bedenini namaz.Sığ tesellilerin avuntusundan çekip aldı kalbini. Ödünç teveccühlerin, kısır beğenilerin, iki yüzlü rağbetlerin çekim alanında yağmalanmaktan kurtardı yüzünü. Kimseler yüzünü bilmezken yüzüne bakıp sana etten kemikten yüz giydiren Rabbinin "vech"inde durulttu şöhret olma heveslerini. Kimseler incecik dertlerini, gizli saklı fısıltılarını işitmezken, işitse de ciddiye almazken, dudaklarında utanarak kıpırdayan, nefeslerine acemice tutunan, tereddütlerinin yumağına sarılıp duran özlemlerini Rabbinin rıza göğüne uçurdu namaz. (s: 79)

Kıl beni ey namaz
Çöllerden topla hücrelerimi
Rahmetinin serinliğinde yıka kalbimi

Kıl beni ey namaz
Dağlar küçülsün, denizler taşsın, dağılsın kalabalıklar.
Rüku rüku doğrult eğriliklerimi.

Kıl beni ey namaz.
İnsan kıl beni.
Doğru kıl.

Kıl beni ey namaz
İkiye bölünsün kalbim kıblenin şakağında.
Sevgilinin işaret parmağı değsin göğsüme.

Kıl beni ey namaz
Topla sevdalarımı kırık aynaların çatlaklarından.
Ömrüme ilikle sevinçlerimi, firuze düşler düşür alnımın şafağına.

Kıl beni ey namaz
Tenim ibrahim gibi ateşe düşmüşken
Gül kokulu serinlikler değdir yüreğime

Kıl beni ey namaz
Günahın, isyanın, nisyanın kuytusunda büyüttüğüm pişmanlıklarımın yüzünü kaldır yerden.
Al karanlıklarımı, al karalıklarımı gözbebeklerinde yıka.

Kıl beni ey namaz.
İnsan kıl beni.
Doğru kıl.
Duru kıl.
Diri kıl beni.
İnsan kıl bu bedeni.


( timaş yayınları SENAİ DEMİRCİ)