4 Aralık 2011 Pazar

AŞURE GÜNÜ NELER YAPABİLİRİZ ?


Aşûre Günü Ne Yapılır ?

Böylesine manalı ve kudsı olayların gerçekleştiği bu mübarek gün ve geceda, Asr-ı saadette beri müslümanlar başka gün­leredaha fazla ibadet etmişler ve daha fazla hayır hasenatta bulunmuşlardır.

1) Aşure günü oruç tutmak sünnettir

Aşure günü oruç tutanın, bir yıllık günahları affolur. (Hadis-i Şerif )

Aşurenin faziletinden faydalanın! Bu mübarek günde oruç tutan, melekler, peygamberler, şehidler ve salihlerin ibâdetleri kadar sevaba kavuşur. (Hadis-i Şerif )

Yalnız Aşure günü oruç tutmak mekruhtur. Bir gün öncesi veya bir gün sonrası ile tutmalıdır!

2- Akrabayı ziyaret edip, hediye ile veya çeşitli yardım ile gönüllerini alınmalıdır

Sıla-i rahmi terk eden, Aşure günü akrabasını ziyaret ederse, Yahya ve İsa'nın sevabı kadar ecre kavuşur. (Hadis-i Şerif )

3- İlim öğrenmeli

Aşure günü, ilim öğrenilen veya Allahı zikredilen bir yerde, biraz oturan, cennete girer. (Hadis-i Şerif )

4- Sadaka vermek sünnettir, ibâdettir.

Aşure günü, zerre kadar sadaka veren kimse, Uhud dağı kadar sevaba kavuşur.(Hadis-i Şerif )

5- Çok selam vermeli

Aşure günü, on Müslümana selam veren, bütün Müslümanlara selam vermiş gibi sevaba kavuşur. (Hadis-i Şerif )

6- Çoluk çocuğunu sevindirmeli

Aşure günü, aile efradının nafakasını geniş tutanın, bütün yıl nafakası geniş olur. (Hadis-i Şerif )

7- Gusletmeli

Aşure günü gusleden mümin, günahlardan temizlenir. (Hadis-i Şerif )

8 - O gün, eve ufak-tefek erzak alınmalı, alınırsa bir sene boyunca evde bereket olur.

9- Dua Okunmalı,

10 defa şu duâ okunur: "Sübhânallâhi mil'el mîzân. Ve müntehel-ılmi ve mebleğar-rızâ ve zinetel-arş'

11- Namaz Kılınmalı

· Aşûre gününe mahsus olmak üzere kuşluk vaktinde 2 rek'at namaz kılınır.

· Her rek'atte 1 Fâtiha-i şerîfe, 50 İhlâs-ı şerîf okunur.

· Namazdan sonra 100 defa: "Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin ve Âdeme ve Nûhın ve İbrâhîme ve Mûsâ ve Îsâ ve mâ beynehüm minen-nebiyyîne vel-mürselîn. Salevâtullâhi ve selâmühû aleyhim ecmaîn"

· Öğle ile ikindi arasında 4 rek'at namaz kılınır. Beher rek'atte 1 Fâtiha-i şerîfe, 50 İhlâs-ı şerîf okunur.

· Namazdan sonra: 70 İstiğfâr-ı şerîf, 70 Salevât-ı şerîfe ve 70 defa: "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azıym" okunur.

· Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)'in hidâyeti ve kurtuluşu için duâ edilir.


İnternet sitelerinden alıntıdır...


14 Kasım 2011 Pazartesi

MEDİNE MÜDAFİİ FAHREDDİN PAŞA


Elinin tersiyle alnında biriken teri sildi. Durdu. Her iki yanındaki İngiliz askerlerine baktı. Onların gözlerindeki korkuyu hissetti. Ne de olsa "Çöl Aslanı"na refakat ediyorlardı. Tüfekleri ellerinde, parmakları sürekli tetiklerinde idi. Korkuyorlardı. Döndü ve tozdan artık iyice seçilmez olan şehre baktı. Yüreği daraldı. Nasıl bırakırdı, nasıl giderdi? Sırtına inen dipçikle zor da olsa döndü ve tekrar yürümeye başladı.

Haziran 1916'da İngiliz müfsitlerin telkinleriyle ayaklanan Şerif Hüseyin'e bütün İslâm âlemi tepki göstermiş; ama o, ihanetinden dönmemişti. Kendince bahaneler bulmuştu bu menfî hareketine... Osmanlı'yı İngilizlerin yanında savaşa girmemesi dolayısıyla yargılıyor ve kendi kurduğu mahkemede mahkûm ediyordu.

Osmanlı birlikleri, isyan başladığında Yemen'de âdeta bir ölüm kalım savaşı veriyordu. Hava sıcaktı, hem düşmanla hem de salgın hastalıklarla mücadele ediyorlardı. Dahası diğer cephelerden gelen kötü haberler iyice zorlaştırıyordu işlerini. Asker yorgundu, asker yılgındı. Fakat Şerif Hüseyin'in isyanı başkaydı. Alınan haberlere göre isyancılar, 7 Temmuz 1916'da Mekke'ye ulaşmışlardı. Sıra, Hazreti Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinin bulunduğu Medine'ye gelmişti. Kanal Cephesi ve sonrasında bölgede kurulan cephelerde 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa, buranın savunmasını Fahreddin Paşa'ya vermişti ve onu 17 Temmuz 1916'da Hicaz Seferi Kuvvetleri'nin başkumandanı olarak atamıştı.

Osmanlı birlikleri Medine önlerine ulaştığında şehir tam bir muhasara altında idi. Bir yanda düşman askeri, diğer yanda çöl, burayı dış dünyadan âdeta tecrit emişti. İsyancıların çemberi kısa zamanda yarıldı ve şehir Osmanlı kontrolüne alındı. Ama asıl çile şimdi başlıyordu. Şerif Hüseyin'in oğlu kararlıydı, Medine alınacaktı.

Kuşatma Haziran 1916'dan Ocak 1919'a kadar tam 2 yıl 7 ay sürdü. Askerlerin bir kısmı firar etti, yiyecek bitti, su tükendi. Ama o kararlıydı. Yapamazdı, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrini terk edemezdi. Ama ümitsizlik artık askerlerinin damarlarına iyice işlemişti. Bazılarına göre her şey bitmişti. İşte tam bu sırada Fahreddin Paşa'nın, Çaldıran Seferi'nde ümitsizliğin pençesine düşmüş askerlerini birer kaplana çeviren Yavuz gibi yaptığı konuşma, yeniden diriltmişti bu yorgun ruhları:

"Ey İnsanlar! Mâlûmunuz olsun ki, yiğit ve kahraman askerlerim; bütün İslâm'ın sırtını dayadığı yer, mânevî gücün desteği, Hilâfet'in gözbebeği olan Medine'yi son kurşununa, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslüman'ca, askerce azmetmiştir. Bu asker, Medine'nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara'nın yeşil türbesi altında, kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Tealâ bizimle beraberdir! Şefaatçimiz O'nun Resulü, Peygamber Efendimiz'dir (sallallahü aleyhi ve sellem). Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlar; şan ve şerefle dolu Osmanlı ordusunun yiğit zâbitleri! Ey her cenkte (savaşta) cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek dâima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş yiğit Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlâtlarım! Gelin hep beraber Allah'ın ve işte huzurunda huşû ve aşk içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) karşısında, aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki; Ya Resulallah, biz Sen'i bırakmayız.

Çırpınıyordu. Görünen düşmandan çok görünmeyen düşmanla, ümitsizlikle mücadele ediyordu. Askerlerinin onu, dik görmesi gerektiğini düşünüyor, bunun için canla başla çalışıyordu. Mahiyetindeki subay ve erleriyle birlikte bir sabah namazını Mescid-i Nebevi'de edâ ettikten sonra Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrine geldi ve mübarek huzurunda yemin etti, şeref sözü verdi: "Yâ Resulallah! Son neferimize varıncaya dek şehit olmadıkça Sen'in mübarek bedenini düşman eline teslim etmeyeceğiz."

Askerleri yiyeceklerinin tükendiğini söyleyince, onlara çekirge yemelerini emretti, öyle ya çölde çekirgeden bol ne vardı ki! "Çekirgenin serçeden ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Serçe gibi huysuz ve serçe gibi asabi. Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyler yiyor." Gündüzleri askerinin zihnine âbidevî bir duruş nakşeden Fahreddin Paşa, geceleri Mescid-i Nebevî'ye gidiyor ve orada sabaha kadar gözyaşı döküyordu: "Ya Resulallah, Sen'i nasıl bırakırım..."

Mondros'un imzalandığı haberi Medine'ye ulaştığında herkes gözlerine bakar, bitti mi artık dercesine. "Hayır, bitmedi." demedi belki; ama teslim olmaya dâir de en ufak bir îmada bulunmamasından burayı vermeyeceği anlaşılıyordu. Harbiye Nazırı Cevat Paşa'nın teslim emri kendisine ulaştığında silâh arkadaşlarına şunları söylemişti: "Hükümet, Medine'nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et, diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silâhlarımızla dövüşerek ölmek evlâdır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka Hilâfet ve padişahın bir iradesi olmalıdır."

Bu kararlılık 27 Ocak 1919'daki o kara güne kadar sürdü.

Sabaha karşı uyuyakalmış olmalıydı, zîrâ uyandığında üniforması üzerinde idi. Kendine gelmeye çalışırken, diğer taraftan da özel odasında silâh arkadaşlarının ne aradığını anlamaya çalışıyordu. "Bitti paşam!" diyebildi biri. Anlayamadı. Sonra ellerinde silâhlarıyla İngiliz askerlerini gördü. "Buraya kadar paşam, teslim olunuz!" Beyninden vurulmuşa döndü. Gözünden büyük birkaç damla yaş düştü. Hiddetle kalkmak istedi, silâhına uzandı bir yandan, ama ne mümkün, derhal engellendi. Konuşmadı; ama gözleri onun yerine yalvardı âdeta; "Bırakın, Allah aşkına bırakın!" Bırakmadılar. Zîrâ İngilizler zaten böyle bir hamle bekliyorlardı. Çöl Aslanı'nı feda edemezlerdi. Çaresiz mâni oldular komutanlarına...

Dışarı çıktığında yüzlerinde hay­â­sız bir zaferin nişanesi hükmünde ukalâ tebessümleri ile diğer İngiliz subaylarını gördü. Biri yanaştı ve bu büyük kahramana elini uzattı, sıkmak istedi. Paşa ağlıyordu. Görmedi veya görmezden geldi. Bir diğeri yanaştı bu sefer, göz işareti ile kılıcını istedi. Kaşları çatıldı. Kılıcının kabzasını sıkı sıkı tuttu. Ravza-i Mutahhara'nın bulunduğu yöne döndü yüzünü. Kılıcını çekti ve secdeye kapanıp kılıcını yere bıraktı. Medine'ye bir ölüm sessizliği çöktü, artık hep birlikte ağlayan askerlerin gözyaşları insanın içine işleyen kumlu rüzgâra karıştı. Ayağa kalktı. Arkasını döndü, iki adım atmıştı ki âniden: "Affet beni, ya Resulallah!" dedi ve hıçkırıklara boğuldu.

Şimdi artık Medine iyice gözden kayboldu. Onu Yenbu Limanı'na ulaştıracak cipe binerken kum fırtınası iyice ağırlaştı. Başını öne eğdi. İngiliz askerleri, pürdikkat onu izliyorlardı. Ellerini kaldırdı göğe ve Medine gözden kaybolurken dilinden şunlar döküldü: "Allah'ım, ben sözümü tutamadım. Sen beni affet!"

Biz de diyoruz ki, ey Medine müdafii kahraman insan! Üzülme. Sen'in ruhunu şad edecek, İslâm'ı dünyanın her yerinde lâyıkıyla temsil edecek, Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) adını dünyanın dört bir yanına götürecek, mübarek beldelere gerçek mânâda sahip çıkacak altın bir nesil yetişiyor. Ecdadın kaybettiği her yerde ve dünyanın dört bir bucağında bütün insanlık, bu nesli bekliyor.

Sızıntı dergisi kasım 2011 tarihli sayısından alıntıdır.

13 Kasım 2011 Pazar

hakkı devrim, BU NE REZİLLİK ?


Bu ne rezillik? başlıklı bir yazı daha. 9 kasım gününden beri yazmayı planladığım fakat yoğunluktan fırsat bulamadığım bir konu. Blogcu arkadaşların çoğunun paylaştığı hakkı devrim ve yaptığı büyük terbiyesizlik. Ben birebir eşimle canlı yayın esnasında izledim programı. Hakkı devrim maksadını fazlası ile aşan sözlerinden önce de üslupsuz davranışları ve kelimeleri ile beni sinirlendirmişti. Her kelimesinde İstanbul türkçesi akan bu şahıs bilmem nedendir (acaba inanmadığından mı ) Efendimize sürekli Muhammed dedi. İçinde kendinin de sayıldığı bir buçuk milyar insan müslüman ve Hz MUHAMMED (s.a.v) onların peygamberi. Biz Danimarkalıları Norveçlileri protesto ederken içimizde beslediğimiz din düşmanlarını unutuvermişiz. Sayın hakkı devrim her nekadar sayın olduğunuza inanmasam da yaptığınız ayıp karşısın da twitler gelince üslubunuz değişip kabile şefi MUHAMMED neden Hz MUHAMMED oldu merak ediyorum.
Benim için programda özür dilemesi yeterli değil. Bu şahsiyet ve terbiyesizliği yüzünden rütük tarafından cezalandırılmaları ve hatta şahsın programdan uzaklaştırılması daha önemli. Sizlerden ricam dilsiz şeytanlardan olmayalım. Bir telefon edip rütük'e şikayette bulunalım. Kötülüğü elimizle düzeltemiyorsak da dilimizle düzeltmeye çalışalım...

RÜTÜK tlf: 444 11 78

19 Ekim 2011 Çarşamba

BU NASIL BİR REZİLLİK


Evet uzun zamandır klavyenin başına geçip buradan sizlerle bir şey paylaşmıyorum. Paylaşacak çok kitap olmasına rağmen daha önemli bir şeye dikkatinizi çekmek istedim. Umarım sizlerin sinenizde bir parça sızı oluşturur ve ellerinizi telefonlarınıza götürebilirim. Konumuz televizyonlar ve buradan yapılmak istenen siyaset, gizli komplo. Şöyle bir bakalım bir çok kanalda ahlaksızlık diz boyu. Örfümüze dinimize yakışmayan her şey. En fakir hayatların bile yaşandığı hiçbir dizide bizimle uyuşan en ufak bir nokta bile yok. Zinanın doğal, içkinin gerekli olduğu vurgulanan diziler. Farkındasınızdır sigara yasaklandığından beri her yerde inadına içki içiliyor. Acaba bu milletin eli boş kalınca ne oluyor illa bir şeyler mi tutuşturmak gerek. Her neyse asıl konumuza dönelim. İki gün önce bir arkadaştan duyup sırf doğruluğunu görmek için baktığım bir programdan söz edeceğim. Star tv de yayınlanan HAYRETTİN adlı bir program. Bu şahsiyet yapacak bir şey bulamayınca muhterem MUZAFFER OZAK efendiye ait olan Allah u Allah ilahisini değiştirmiş bestenin üzerine söz yazıp şarkı yapmış. Tabii bunu da kendi mi yapmış başka bir yerden mi almış belli değil. Nereden alırsa alsın ulusal yayın yapan bir kanalda paylaşan kendisi. Evet şarkısının adı da annen evde mi, annen evde mi. Bu terbiyesizlikler yetmez gibi bu şarkısıyla da rastgele çevirdiği numaralara sapıklık yapıyor. Gün içinde de yayınlanan bu program çocuklarımıza sapıklık yapmanın, rastgele çevrilen numaraların rahatsız edilmesinin yanlış olmadığını anlatmıyor mu? Öncelikle buradan hem dini hem aile hayatımıza kötü örnek olduğu için şahsı kınıyorum. Şimdide sizden programı rütüğe şikayet etmek konusunda destek bekliyorum. Rütük canlı destek numarası 444 11 78 ne kadar çok telofon edersek okadar dikkate alınırız. Şimdi bu işi sizin vicdanlarınıza bırakıyorum...

Esenlikle kalın...


14 Şubat 2011 Pazartesi

GÜLLERİN EFENDİSİ

Bir Gece




On dört asır evvel yine bir böyle geceydi
Kumdan ayınon dördü bir öksüz çıkıverdi
Lakin o ne hüsrandı ki hissetmedi gözler
Halbuki kaç bin senedir bekleşmedelerdi
Nerden görecekler göremezlerdi tabi
Bir kere zuhur ettiği çöl en sapa yerdi
Bir kere de ma'mure-i dünya ozamanlar
Buhranlar içindeydi bugünden de beterdi
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin
Salgındı bugün Şark'ı yıkan tefrika derdi

Derken büyüyüp kırkına gelmişti ki öksüz
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi
Bir nefhada kurtardı insanlığı o masum
Bir hamlede kayserleri kisraları serdi
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi
Zulmün ki, zeval akılına gelmezdi, geberdi
Alemlere rahmetti evet şer-i mübini
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi
Dünya neye sahipse onun vergisidir hep
Medyun O'na cemiyeti medyun O'na ferdi
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet
Ya Rab! Bizi mahşerde bu ikrar ile haşret

Mehmet Akif Ersoy


1 Şubat 2011 Salı

ADAB-I MUAŞERET



Bu kelimenin aslı Arapça olup tekil hali "edep" kelimesidir. "Edep" kelimesi lügatte; ziyafet ve davet manalarına gelen "edp" veya "zarif, edepli olmak anlamındaki "edep" mastarından isim olarak "davet, iyi tutum, incelik/kibarlık, hayranlık ve takdir" anlamlarına gelmektedir. Istılahi olarak ise, "Bir toplumda örf, adet ve kural halini almış iyi tutum ve davranışlar veya bunları kazandıran bilgi" anlamında kullanılmaktadır.

Adab, ahlak, terbiye ve nezaket kurallarının bütününe verilen bir ad olup İslam'ın güzel saydığı söz ve davranışlardır. Bu iribarla edep, insanların kendisine davet olunan bilumum hayır, zarafet, usluluk ve güzel ahlak demektir. (s:33)

Muaşeret kelimesi ise; karışmak, arkadaş olmak ve beraber yaşamak manalarına gelir. İslam dini, insanların muaşeretine, birbiriyle görüşüp konuşmalarına, toplum halinde medeniyet üzere yaşamalarına büyük bir önem vermiştir. (s:42)


arka kapaktan yansıyanlar

Ahlakın ve buna bağlı olarak adab-ı muaşeretin kaynağı, dinimizin yüce ve yüksek kaynakları olan Kur'an-ı Kerim ayetleri ve Efendimiz (s.a.s)'in hadis-i şerifleridir. Kaynağını dinden almamış hemen hiçbir ahlaki prensip ya da kaide yoktur desek yanılmış olmayız. Bu beşer üstü ve vahiy eksenliahlaki düzenlemeler, her şeyi ve bu arada da yarattığı insanı en iyi bilen çok merhametli Rabbimizinbizlere adeta bir armağanıdır.Bu açıdan çalışmada her bir konu, öncelikle ayet-i kerimelerden daha sonra da hadis-i şerifelerden temellendirilmeye çalışılmıştır. Daha sonra da kısmen İslam büyüklerinin konu ile ilgili mütalalarına yer verilmeye çalışılmıştır.
" Edep insan için bir elbisedir. Edepli olmayan ise çıplak demektir."
" Edep, bir tac'dır. O tacı giyen her beladan kurtulur. Sen de belalardan emin olmak, kurtulmak istiyorsan daima edepli olmaya çalışmalısın."
" Edep varsa ilim de var demektir. Fakat edepsiz bir insan kütüphaneler yutsa yine alim sayılmaz."


( Rehber Yayınları: ABDULKADİR HALİT)

21 Ocak 2011 Cuma

GERÇEĞİ RÜYASINDAN DA GÜZEL



BOŞ KAĞIT

Aydın Hoca, 11/A sınıfının sınav kağıtlarını okuyordo. Asıl branşı tarihti ama 11. sınıflarda okutulan "dinler tarihi" dersine de o giriyordu.
Her dinden insan vardı Aydın Hoca'nın yaşadığı coğrafyada. Devlet, dinlerin doğru tanınıp bilinmesi için böyle bir dersin verilmesini hem yararlı, hem de gerekli buluyordu.
Umumiyle memnundu çocukların kağıtlarından. Anlattıklarının öğrenildiğini görmek memnun ediyordu Aydın Hoca'yı. Elinde okuduğu kağıt beş beşlik bir kağıt sayılırdı. Kağıdın kimin olduğuna baktı. Adeti üzre isme hep kağıdı okuduktan sonra bakardı. İsatay'ındı. Çalışkan bir çocuktu zaten. "Aferin" dedi, kırmızı tükenmez kalemle kağıdın sağ üst köşesine "beş" yazdı, parafe etti ve diğer kağıda geçti.
Kağıdı eline aldığında adamakıllı şaşırdı. "Cık cık" çekerek kafasını iki yana salladı. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyordu. Kağıdın tam ortasında, küçük harflerle ama büyük ebatlarda yazılmış tek bir cümle vardı:
"Hocam, bunların hiçbirine inanmadığım için sorulara cevap vermek istemiyorum."
Aydın Hoca tahmin ediyordu kim olduğunu. İsmine baktı. Yanılmamıştı. Ruslan'ın kağıdıydı. Biliyordu. Ruslan ateistti.
Aydın Hoca altı yıl önce ilk geldiği günlerde tanıştığı Elvira Hanım'dan dinlediklerini hatırladı. Kendisine bir kitap göstermişti Elvira hanım. Kitap 1945'lerde basılmıştı. Üzerindeki yazı çok ilginçti: Dine Karşı Ders Kitabı. Kapağını çevirip ilk sayfasına göz gezdirdiğinde, yayınevinin karşısında çok daha enteresan bir ibareyle karşılaşmıştı:" Allahsızlar Cemiyeti".
Elvira Hanım o kitabı göstererek anlatmıştı öğrencilik senelerini: "Ateizm baraj dersti bizimöğrenciliğimizde. Bu dersten başarılı olamayan bir öğrenci, diğer dersleri ne olursa olsun bir üst sınıfa geçemezdi. Benim de bütün derslerim çok iyiydi. Hiç unutmuyorum, baraj ders olan ateizmden imtihana gireceğim günün gecesinde, ya geçemezsem endişesiyle bana yardımcı olması için saatlerce Allah'a yalvarmıştım."
Aydın Hoca acı acı gülmüştü bu traji-komik hadiseye.
1995 yılında, ilk geldiğinde tanıştığı şehrin eğitim müdürü Darcan Ağa'dan duydukları çok daha dramatikti. 2000 senesinde ölen Darcan Ağa zaten yaşlı ve hastalıklı bir adamdı. Dobra dobraydı, mertti, karakterliydi. İlk tanıştıklarında Aydın Hoca'ya biraz mesafeli durmuşsa da, daha sonraları can-ciğer ahbab olmuşlardı. Onun branşı da tarihti. O dost meclislerinden birinde anlatmıştı yaşadığı acı günleri:
"45'li yıllarda köylerde öğretmenlik yapıyorduk. Gündüz ateizm dersi anlatıyor, müfredatın gereğini yerine getiriyorduk. Akşamları ise geç vakitlerde talebelerimizin evlerini dolaşıyor "gündüz anlattıklarımıza inanmayın çocuklar, Allah var" deyip derste söylediklerimizi inkar ediyorduk..."
"Mekanın cennet olsun Darcan Ağa" diye mırıldandı Aydın Hoca... Ruslan'ın sınav sorularına verdiği, daha doğrusu vermediği bu cevap Aydın Hocaya, Elvira Hanımla Darcan Ağa'yı, onlardan dinlediklerini tedai ettirmişti.
Ne yapmalıydı şimdi? İnanmadığını açıkça ortaya koyan bu delikanlıya karşı nasıl bir tavır almalıydı? Ruslan'ın mert ve açık tavrı hoşuna da gitmişti aslında. Sonunda kararını verdi.
Bir hafta sonra Aydın Hoca 11/A sınıfında, sınavın sonuçlarını duyuruyordu öğrencilerine. İmtihan neticelerini henüz defterine geçirmediğinden sınav kağıtlarından okuyordu notları. Notunu söylemeden önce , her öğrenciye kaç beklediğini sormayı alışkanlık edinmişti. Bu defa da öyle yaptı. Genelde öğrencilerin tahminleri tutuyordu.
Ruslan'ın sona saklamıştı. Nihayet sıra ona geldi. "208 Ruslan" dedi.
Ergenlik çağlarının tüm delişmenliğini üzerinde taşıyan delikanlı ayağa kalktı,
- Kaç bekliyorsun?
Ruslan bir müddet sessiz kaldı. Sonra tahminini söyledi.
- Sıfır.
Ruslan'ın dersleri çok iyiydi. Bir uğultu yükseldi sınıfta. Herkes merakla Ruslan'a döndü. Acaba şaka mı yapıyor? diye ona bakıyorlardı. Ama Ruslan'ın duruşu gayet ciddiydi.
Aydın Hoca, Ruslan'ın kağıdına baktı. O cümleyi sessizce yeniden okudu. Başını kaldırdı. Gözlerini Ruslan'ın bal gözlerine dikti ve notunu okudu.
- Dört
Şimdi adamakıllı şaşırma sırası Ruslan'daydı. Aydın Hoca Ruslan'ın olduğunun farkındaydı. Ruslan'ın gözlerinin içine değil, taa kalbinin derinliklerine bakarak söylediği cümleyi ikisinden başkası hiç anlayamayacaktı.
" Dosdoğru olduğun için."
O günden sonra Ruslan, Aydın Hocayı yine hiç tepki vermeden, ama pür dikkat dinledi. Aradan altı ay geçtikten sonra bir dersin bitimine doğru Ruslan parmağını kaldırdı ve ilk defa bir soru sordu.
Hocam insan nedir? Ruslan'ın bir soru olarak boşluğa bıraktığı bu nefes bir grizu patlamasıydı sanki.
Dolunay gibi parladı Aydın Hoca'nın yüzü.
Ruslan, sonu aydınlık bir yolculuğa çıkıyordu.

arka kapaktan yansıyanlar

"Gidin, koşun ata topraklarına" demişti Türkolojideki hocalarından birisi. İmkanım olsa, hepinizin ellerine birer kazma ve fırça verir, İpek Yolu üzerini santim santim kazdırır, çıkacak buluntuların tarife gelmez heyecanıyla başınızda yanıp tutuşuyordum" diye de eklemişti.

O günden beri, Asya'nın adeta mühürlenmiş topraklarının altından çıkacak objelerin ışıltısında geçmiş çağların esrarını çözeceği günlerin gelmesini bekliyordu sabırsızlıkla. Tarihin ayçiçeklerinin sürekli güneşe dönmesi gibi tıpkı, başını kendisine çevirdiğini ve adımlarını takip ettiğini görür gibi oluyordu. Tarih, adeta kefaretinin ödenmesini istiyor, işin garibi, bunu başkasından değil, dosdoğru kendisinden istiyordu.

14 Ocak 2011 Cuma

hazreti AİŞE


Günler akıp geçmişti! Saadet hanesine adım attığı gün, daha dün gibi hafızasında tazeydi; ancak aradan on yıl geçmişti! On yıldır bambaşka bir hayat yaşıyordu. Mü'minlerin annesi idi; özellikle acizlerin, kimsesiz ve yetimlerin, kadınların ve bir yitik gibi ilmin peşinde olanların ziyaretgahı haline gelmişti. Huzur dolu bir hayatı vardı. Nasıl olmasın kio (radıyallahu anha), Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hayat arkadaşıydı.
Ancak zaman, bu birlikteliğin sona geldiğinin simyallerini veriyordu. Özellikle son bir yıldır gözle görülür bir vedalaşma söz konusuydu. (s:255)


Hiç şüphe yok ki Ashab-ı Kiram hazretleri arasında Aişe Validemiz, ilmi derinliği itibarıyla en ön sırada yer alıyordu. Özellikle nübüvvet kürsüsünün dibine oturup kendini ilmin eşiğinden içeri attığı andan itibaren o, etrafında olup biten her şeyi analiz edip özümseyen, kapalı duran hususları soru haline getirip onlara açıklık kazandıran ve başkalarının muttali olamayacağı birçok konuyu bizzat Allah Resulü'ne (s.a.v) arz edip tıkanıklıkların açılmasına vesile olan en önemli isimdi. Resulullah (s.a.v) merkezli bir hayatı vardı ve zamanının sadece belli başlı bir dilimini değil, bütününü bu işe vakfetmişti. (s: 344)

arka kapaktan yansıyanlar

Aişe Validemiz'in annelerimiz arasındaki konnumu çok farklıdır; zira o, din adına hizmet etmeye ihtiyaç duyulan Medine yıllarında, Resulullah'ın yanında yer alan hususi bir vezirdir ve bu yönüyle o, Medine döneminde akla gelen ilk isimdir. Hususi bir donanıma sahiptir ve Allah ona, misyonunu eda adına müthiş bir zeka lütfetmiştir. Duyduğunu olduğu gibi kabullenmeyen, onu Kur'an ve Sünnet'in kıstaslarına göre sorgulayan bir fıtratı vardır. Kulağı vahiyde, gözü ise istikbaldedir. Ayaklarını sapasağlam bastığı yerde o, Saadet Asrı ile istikbali birbirine bağlayan muhteşem bir köprü gibi durmaktadır.
Onun bulunduğu yerde ayrı bir canlılık vardır; atmosferine girenler, vahyin insibağıyla boyandıklarını hisseder, Resulullah'ı (s.a.v) ziyaret etmişçesine bir heyecan ve canlılıkla geri dönerlerdi.
Dün olduğu gibi bugün de yerini belirleyemeyenlerin Annemiz üzerinden dine dil uzatmaya çalıştığı bir dönemi, maalesef yine yaşıyoruz. Zihinlerin kirli, bakışların bulanık ve kitlelerin de muhakemesizliğin kurbanı olduğu böyle bir dönemde " Aişe Validemiz", ehl-i insaf ve vicdanı yeniden sırat-ı müstakime davet ediyor. Elinizdeki bu kitabın, sözü edilen davette hayır adına güzel bir vesile olması ümidiyle...

Dr. REŞİT HAYLAMAZ